Artık Türkiye’de yaşamıyorum. Gün batımlarında Galata Kulesi’nin tepesinde uçan kuşları ve pembe bir hırka gibi gökyüzünü saran bulutları izleyemiyorum. Ne simit, ne döner ne lahmacun! Vejetaryen olmamı engelleyen yemekleri yiyemiyorum. Musluk bozulsa Adem Usta’yı arayamıyorum. Gelen ustaya da ‘Abi gelmişken şu lambaya da bir baksan; yanmıyor meret’ diyemiyorum. (Diyecek olsam, ben onun için gelmedim, ona başkasını çağırın cevabını alıyorum)
Yolda çalışan çöpçülere mesela ‘kolay gelsin’ diyemiyorum, karşılığı yok ki bu eşsiz deyimin. ‘Eline sağlık usta’ desem ancak ne idüğü belirsiz bir şey gibi görünen döneri çevirmeye bile üşenen ‘Wollihood Döner’in sahibi anlar.
Canım sıkılsa, Yasemin’i arasam, hadi gel de kahve içelim desem… O kahveyi ters çevirip fal sallayacak biri bile yok!
Hadi insan konuşmamaya alışıyor, çevresindeki farklı seslere uyum sağlıyor da… Geldim geleli 3 düğün kaçırdım. Merve’yle Güray, Barış’la Gizem, Gülçin’le Göksel evlendi. Herkes hep birlikte eğlenirken ben burada bir başıma oturup Instagram’dan fotoğraflara baktım. Yemin ederim şurada bir Türk düğünü olduğunu duysam, kırmızı kurdeleli geline bile söylenmeyip halaya karışacağım. Sonra halay ekibiyle sınırı geçip Almanya’ya mı geçerim, İtalya’ya mı Allah bilir!
Tamam ona da tamam da Taylan’ın morali bozuk. Yani morali bozuk olmasa da 3 ay olmuş ve ben Taylan’a bir kere bile sarılamamışım. Yuh! Ne biçim arkadaşım be.
Başım sıkışsa, bilmediğim bir yerden soru gelse Damla’yı arayamam. Gerçi arasam o sınır ötesi operasyon bile yapar ya…
Aret Abi Nevizade’de yeni dükkan açmış, Nazlı’yı alıp gidemiyorum. Tom Amca zatürre olmuş, bir geçmiş olsun çorbası götüremiyorum.
***
Günler geçiyor ve ben yalnızlığa olduğu kadar havasına, suyuna hatta insan gibi yaşamaya alışıyorum. İlk yurtdışında yaşama tecrübem değil bu ama bu kez farklı niyeyse. Neredeyse 10 sene önce Belçika’ya taşındığımda ilk yaptığım şey Neşe Karaböcek, Zeki Müren, Ümit Besen şarkıları indirmek olmuştu. Memleket hasreti arabeskleştiriyor insanı. Şimdi Ümit Besen, alternatif gençliğin yeni gözdesi olmuş, dinleyesim yok. Zaten dört gözle Gaye Su Akyol’un yeni albümünü bekliyorum.
Radyo Eksen’i açıyorum yemek yaparken, oh be diyorum.
***
Günler geçiyor ve ben ‘bunlaaar’ olmamaya alışıyorum. Memlekette korku hüküm salmış, kimse suya sabuna dokunamıyor, zamanında dokunanlar birer birer psikolojik ya da fiziksel şiddete maruz kalacakları dört duvar arasına giriyor ya da sokulmakla tehdit ediliyor. Gerçi koca ülke; ‘cennet vatan’ dört duvar değil mi artık? Sinop Cezaevi, Diyarbakır Cezaevi anıları yeniden yaşanmıyor mu? Ve en acısı ses çıkarmaya korkan 30 yaş üstü ile hiç durmadan hakkını arayan lise gençliği tezatın ta kendisini oluşturmuyor mu?
***
Günler geçiyor, her sabah daha az hatırlıyorum ‘memlekette bugün ne acılar var’ diye gazetelere ‘telefondan’ bakıp bütün günü vicdan azabı ile geçirmeyi.
***
Geldiğimde yemyeşil olan ağaçlar önce hardal sarısına sonra altın sarısına döndü. Kıpkırmızı sonbahar yapraklarının güzelliği, Çukurcuma’daki evimden her sabah baktığım çınar ağacının artık yapraklarını tamamen dökmüş olacağını unutturuyor.
***
Tek kişi için tüm hayatımın insanlarını ve şeylerini geride bırakıp ülke değiştirmiş olmanın vicdan azabı bazı günler üstümden yüklü bir kamyon gibi geçse de ‘bunlaar’ diye hitap edilmemenin verdiği huzur ve tabii ki o tek kişinin varlığı, benim de ağaçlar gibi mevsimin tadını çıkartarak oksijenle dolmamı sağlıyor.
Ve kendime itiraf ediyorum; sadece tek bir kişi için gelmedim ben buralara. Kendim için de geldim. Yapraklarını dökse de güzel kalan ağaçlara inat; çiçekleri kopartılan, kökleri sökülen ülkenin değişimini görmeye daha fazla katlanamadığım için geldim. Nereden gelmiş olursam olayım haklarım olduğunu ve halk olduğumu hatırlamak için, her hareketiyle babasından azar işiten çocuk gibi korkak ve kendine güvensiz olmaktansa ‘yabancı’ olmayı tercih ettiğim için geldim.
Bencillik mi ettim? Keşke herkesin bencillik edecek şansı olsa! Keşke herkes egolardan ve korkulardan uzaklaşabilse. Çünkü bu ülke yeniden güzelleşene kadar daha çok acı çekilecek. Ve uzaklaşmak, bu acıların en katlanılabiliri. Şimdilik.
***
Yakında kar yağmaya başlar. Ben ‘Karlar düşeeer düşer düşer ağlarım, hep ismini hep ismini anarım’ diye mırıldanırım bütün gün.
Sonra bir Türk kahvesi yapar, bilgisayarın başına geçerim. Ve ‘ülkeye bir daha giremezsem’ endişesi ile her kelimeme dikkat ederek yazarım. Orada olsam ‘ne olacaksa olsun’ der mangal yüreklilik yapardım. Ama şimdi kaybedeceğim çok şey var. Bir daha vapurda çay içememek var. Çünkü dört duvara bir kere girdin mi ne kadar uzaklaşsan da çıkmak zaman alır. Ve ben, o zamanın dolması için daha kaç sonbahar görmem gerekli, kestiremiyorum.
Not: Seni ÇOK özledim.
1 sene sonra edit: Çoğu şeyin özlemi arttı, insan olmaya daha alıştım, arkadaşlarım oldu yani kahve falı mesele değil artık :p Ama sorsan yine de içimde bir yerde uzaklıkların soğukluğu, arada kalmışlık var işte o galiba hiç geçmiyor.